18. yüzyıl başlarına kadar Kıbrıs’ta Türklerin, Rumlardan çoğunlukta olduğu bilinmektedir. Ayrıca Türklerin tarımla uğraşması vesilesiyle ellerindeki topraklar Rumlardan fazladır. İki topluluk arasında sosyal-kültürel fark hep varolmuş, aralarında evlilik özellikle ortak ticari faaliyetler pek görülmemiştir.
1931 yıllarında adadaki Rumların Yunanistan ile birleşmesi yolundaki sağlam adımlar atılmaya başlanmıştır. Kıbrıs’ın Yunanistan ile birleşerek bir “Elen” adası haline getirilmesi fikri, eski bir fikir olmamakla birlikte II. Dünya Savaşı sonrası “ENOSİS” adı altında hız kazanmıştır. Yunanistan bu fikrini “self-determinasyon”(kendi kaderini tayin hakkı) adıyla 1954’te Birleşmiş Milletler’e (BM) taşımıştır. 1954-1958 yılları arasında devamlı olarak yapılan BM başvurularından Yunanistan eli boş dönmüştür. Tüm bunlar yaşanırken 1955 yılında Yunanistan’ın bilgisi dahilinde Albay Grivas adaya gelerek “EOKA” adlı Rum Milliyetçisi ve Enosis doktrinli fikrini hayata geçirmeyi amaçlayan terör örgütünü kurmuştur.
1955-1958 yılları arasında EOKA’nın faaliyetleriyle Türkler 33 karma köyü terk etmek zorunda kalmış, bu köyler Rumların etnik ve yönetim olarak eline geçmiştir. İngiltere ilk başlarda adanın sahibi ve yöneticisi olarak yaşananlara sessiz kalsada, 1956 yılında sadece Rumların değil Kıbrıs Türklerinin de aynı şekilde self-determinasyon hakkına sahip olduğunu dile getirmiştir. Bu açıklama ile birlikte adanın taksimi de ilk defa seçenek haline gelmiştir. EOKA ve beslendiği Enosis düşüncesine karşı Kıbrıslı Türkler de kendi örgütlenmelerini oluşturmaya başlamış, kendi taksim planlarını hazırlamaya koyulmuşlardır.
Yunanistan’ın BM’den tek taraflı self-determinasyon ve Enosis lehine karar çıkartamamasını takiben, Kıbrıslı Türklerin adadaki dirayetli direnişleri ve anavatandan Türkiye’nin desteğindeki kararlılık Yunanistan’ı Türkiye ile müzakere masasına oturtmak zorunda kalmıştır. Türkiye ve Yunanistan 11 Şubat 1959 tarihinde Zürih’te anlaşmış olup, bu anlaşmada İngiltere ve Kıbrıs’taki iki toplumun liderlerinin de onayı alınmıştır. Bu durumla beraber Zürih ve Londra anlaşmalarında garantör devletler Türkiye, Yunanistan ve İngiltere olarak belirlenmiş, bağımsızlık, iki toplumun ortaklığı, toplumsal alanda otonomi ve çözüm amaçlanmıştır.
“Kıbrıs Cumhuriyeti”, adanın iki halkı arasında ortaklık temeline dayandırılan uluslararası anlaşmalar uyarınca 1960 yılında kurulmuştur. İşte Türkiye ile şu kısma kadar adı geçmeyen Amerika Birleşik Devletleri (ABD) arasındaki gerilim ve ABD’nin Türk halkı gözündeki itibar kaybını başlatan hadise bu süreçten sonra yaşanmıştır.
1960 yılları, Türkiye’de iç siyasi dominolar devamlı değişiklik göstermekte, muhalefet partileri hükümete iyiden iyiye yüklenmektedir. Ordunun müdahalesiyle Cumhurbaşkanı Celal Bayar’ın yerine Cemal Gürsel getirilmiştir. Anavatanda siyasi anlamda karışıklıklar sürerken üstüne birde var olan Kıbrıs sorunu iyice artmış, adada Türklere olan baskılar fazlasıyla çoğalmış, günlük hayatın her alanına etki etmiş vaziyettedir.
1963 yılında Kıbrıs’ta Türkler sistematik şekilde devlet dairelerinden uzaklaştırılmaya başlanmış, Rum tarafı saldırılarında dozu iyice arttırmıştır. Bu durum tarih sayfalarına “Kanlı Noel” adıyla geçmiştir. Bu durumun sonucunda Türkiye arka raflarda tuttuğu Kıbrıs’a askeri seçenek fikrini üst kademelerde gündemine almıştır.
Bu gündeme alınan askeri seçenek 1966 yılında Türkiye’deki ABD Elçisi vasıtasıyla Beyaz Saray’a ulaşmış, Başkan Lyndon B. Johnson tarafından, dönemin Başbakanı İsmet İnönü sert dilli bir mektupla uyarılmıştır.
Başkan Lyndon B. Johnson mektubunda şu sert cümleler geçmektedir:
“Türkiye, NATO üyesi bir ülke olan Yunanistan ile arasında bir gerilim yaratacak, Kıbrıs’a müdahale gibi bir hareketlilik içine girecek olması durumunda, Sovyetler Birliği’nin Türkiye’ye yönelik olası bir işgali karşısında, NATO’nun bu işgale müdahalede çekimser kalabilecektir. Ayrıca böyle bir girişimde Türkiye, Amerikan silahlarını kullanamaz!”
Bu cümleler bir süre sonra Hürriyet gazetesinden Cüneyt Arcayürek’in imzasıyla birinci sayfadan servis edilmiş ve gündeme bomba gibi düşmüştür. ABD’nin Türk kamuoyu üzerinde 1966 yılında bu habere kadar var olan iyi bir müttefik ve SSCB tehlikesine karşı koruyucu melek imajı Akdeniz’in derinliklerine gömülmüştür.
Türk ordusunun elindeki teçhizatlarının %80’e yakının ABD menşei olması, özellikle Türk Hava Kuvvetleri’nin elindeki tüm uçakların ABD yapımı olup, yedek parça temini için olan bağımlılığı ve olası bir SSCB saldırısında NATO’nun vereceği savunma desteği hükümetçe göz önünde tutulan gerçekler olmuştur. ABD’nin Türkiye’ye de SSCB tehlikesini temel alarak, bu şartlar ve böylesi bir ortamda silah ve uçak vermesi bağımlılığın boyutunu gözler önüne sermiştir. Dolayısıyla mektup, ABD’nin Türkiye’deki demokratik ortamı hiçe sayarak açık bir tehdidi olarak algılanmıştır.
Geçmişte Türkiye’ye yapılan ABD yardımlarının hayrına olmadığı anlaşılmış, ABD bu saatten sonra Türkiye’de toplumun her kesimi tarafından bir zorba dev olarak algılanmıştır. Türk kamuoyunda ABD’ye karşı başlayan güvensizlik sonrasında ve günümüzde de devam eden ABD’nin Ortadoğu politikaları, Türkiye’ye karşı dönem dönem uygulanan ambargolar güvenin geri tahsis edilmesinden çok uzak olunduğunu gözler önüne sermektedir.
Bu mektup sonrası ABD, o yıllarda çıkarmanın yapılmasına engel olsa da Türkiye’nin NATO’nun askeri ayağında kendini geri çekmesine ve ABD’ye güvenmeyen Türk halkının ileride sandığa gittiğinde aday olan kişinin ABD ile olan yakınlık ve ilişkilerini göz önünde bulundurmasına yol açmıştır.
Şu cümle ile yazımı noktalamak isterim.
ABD, 1966 yılındaki bir mektupla şu an seksen milyona dayanmış olan Türkiye nüfusunun ABD’ye olan güvensizliğini ve kötü eleştirilerini miras almıştır.
YAZAR
ABDULLAH TAHA YAĞIZ
© 2022 Mavi Vatan - Yeni Nesil Medya